bitekakadem
GündemYazılarım

Mecliste Bütçe Konuşuluyor, Sokakta Yangın Büyüyor

2026 bütçesi: “istikrar” mı, “geçişi kurtarma” mı? Vatandaşın cevabı markette, faturada, maaş gününde yazacak.

Mecliste 2026 bütçesi konuşulurken, sokağın gündemi çok daha yalın: Cepteki yangın ne zaman sönecek? Rakamlar, hedefler, yüzdeler… Hepsi bir yana; vatandaşın terazisi basit çalışıyor: pazar filesikiraelektrik–sukredi kartı ekstresiesnafın cirosuKOBİ’nin çek yaprağı.

Bu akşam “Buluşma Noktası” yayınında tam da bu soruyu masaya yatırdık: Mecliste konuşulan bütçe, 2026’da vatandaşa nasıl yansıyacak? Ekonomist Hikmet Baydar’la başlayan değerlendirme, aslında bütçeden çok daha büyük bir başlığa işaret etti: Türkiye, ekonomide “pansuman” dönemini geride bıraktı; artık “ameliyat” konuşuyor.


Sıcak para mı, kalıcı sermaye mi?

Hikmet Baydar’ın en kritik vurgusu şuydu: Türkiye’ye gelen paranın niteliği, bütçenin kaderini de belirliyor. Doğrudan yatırım yerine, daha çok tahvil–bono ve borçlanma araçlarına yönelen bir girişten söz ediyoruz. Yani ekonominin omurgası “kalıcı sermaye”yle değil, faiz getirisi için gelen kısa vadeli fonlarla ayakta tutulmaya çalışılıyor.

Bu tablo, bütçeye dair şu soruyu büyütüyor:
2026 bütçesi, ülkenin ihtiyacına göre mi yazılacak; yoksa yabancı yatırımcının “pozisyonunu bozmasın” diye mi?

Çünkü eğer bütçe “seçim öncesi gevşeme” sinyali verirse, piyasada şu endişe güçleniyor: yabancı fonlar pozisyon kapatır, kur baskısı artar, maliyet enflasyonu yeniden tırmanır.


Enflasyon tartışması: “Talep mi, kur mu?”

Yayında altı çizilen temel tez netti:
Türkiye’de enflasyonun ana motoru çoğu zaman talep değil; kur kaynaklı maliyet enflasyonu.

Baydar bu noktayı, kapasite kullanım oranı üzerinden tartıştı: Kapasite kullanımı düşük seyrederken “talep enflasyonu” iddiasının ikna gücü zayıflıyor. Özetle denilen şu:
Vatandaş ekmek alırken “talep enflasyonu” sayılıyorsa, ihracatla artan talep niçin aynı hassasiyetle görülmüyor?

Bu çelişki, politika setini de tartışmalı hale getiriyor: Teşhis yanlışsa, tedavi de yanlış oluyor.


Devlet vergiyle büyürse, özel sektör ne olur?

Konuşmanın damarlarından biri de buydu: Vergi gelirleri artarken özel sektörün daralması.

  • Devletin vergi performansı yükseliyor.
  • Ama aynı anda krediye erişim zor, finansman pahalı, vade kırılgan.
  • Sonuç: “Devlet büyüyor” gibi görünen tabloda, özel sektör nefessiz kalıyor.

Burada kritik bir tespit paylaşıldı: Bankalar bazen “kredi vermiyor” değil, “veremiyor.” Çünkü hedefler, karşılıklar, regülasyon maliyetleri bankaları frenliyor; özel sektör ise yatırım için gerekli kaynağa ulaşamıyor.

Enflasyonla mücadelede asıl paradoks burada beliriyor:
Üretim artmadan enflasyon düşmez. Üretim için kredi gerekir. Kredi yoksa üretim artmaz. Üretim artmazsa fiyatlar kalıcı şekilde düşmez.


Yönetilen fiyatlar: Su, akaryakıt, elektrik…

Sokak enflasyonunun en sert hissedildiği yer, “etiket psikolojisi”dir. Yayında, özellikle yönetilen/yönlendirilen fiyatlar(akaryakıt, su, enerji) üzerinden şu soru soruldu:
Dünya petrolü düşerken içeride akaryakıt neden aynı hızla düşmüyor; hatta artıyor?

Benzer şekilde suya gelen yüksek oranlı artışlar, vatandaşa “enflasyonla mücadele” iddiasını sorgulatıyor. Çünkü vatandaş şunu görüyor:
Maliyet düşse de fiyat düşmüyor; fiyat artışının adresi çoğu zaman vergi ve kamu maliyetleri oluyor.


Sosyal yardım gerçeği: “Destek” mi, “muhtaçlık düzeni” mi?

Programda paylaşılan bir veri çarpıcıydı: Sosyal yardımlardan yararlanan kişi sayısının çok yüksek seviyelerde olduğu ifade edildi. Bu rakam, tek başına iki şeyi aynı anda anlatıyor:

  1. Devlet yardım yapıyor.
  2. Ama yardıma ihtiyaç duyanların sayısı büyüyor.

Veysel İpekçi’nin çizdiği çerçeve, sosyal devletin “para dağıtmak”tan ibaret olmadığına işaret etti. Yardımın mal ve hizmet olarak hedefli verilmesi; ulaşım, su, elektrik gibi temel kalemlerde daha adil bir sübvansiyon modeli; gelir dağılımını düzeltecek zihniyet dönüşümü… Bunların hepsi masaya geldi.

Çünkü sosyal yardımın kontrolden çıktığı yerde risk büyüyor:
İş gücü piyasası bozuluyor, çalışma motivasyonu zayıflıyor, kayıt dışı artıyor, sosyal erozyon derinleşiyor.


Vergi yükü ve esnafın gerçeği: “Tahakkuk var, tahsilat yok”

Yayının en “reel sektör” kokan kısmı burasıydı: Türkiye’nin ticaret pratiği vadeli; çek–senet döngüsü yaygın. Ama vergi sistemi çoğu zaman bu gerçekliği dikkate almıyor.

  • Esnaf malı satıyor, faturayı kesiyor.
  • Parasını belki 6 ay sonra alacak.
  • Devlet vergiyi “hemen” istiyor.
  • Esnaf vergiyi ödemek için krediye gidiyor; faiz yükü biniyor.

Baydar’ın önerisi burada somuttu: tahsilat takvimi, piyasanın vade yapısına göre yeniden düzenlenmeli (örneğin 1 ay yerine 3 ay gibi). Bu, “vergi vermemek” değil; vergi–nakit akışı uyumu meselesi.


“Altına endeksli maaş” sorusu: Neden bu soru soruluyor?

Programda “off the record” bir soru olarak gündeme geldi: Maaşlar altın gramına endekslenebilir mi?

Bu soru, teknik tartışmadan önce sosyolojik bir alarmdır. Çünkü vatandaş şunu söylüyor:
“Param eriyor; bir çıpa istiyorum.”

Altın, döviz, konut… İnsanlar aslında yatırımcı olduğu için değil, kendini korumak zorunda kaldığı için bu enstrümanlara kaçıyor. Bu davranış yaygınlaştıkça ekonomi “normal” olmaktan uzaklaşıyor. Para, tasarruf aracı olmaktan çıkıp “sıcak patates”e dönüyor.


KOBİ’ye 2026 tavsiyesi: Büyümek değil, ayakta kalmak

Kapanışa doğru verilen en net mesaj şuydu: 2026, sıkı para politikası koşullarında kolay bir yıl olmayacak. Kaynağa erişim zor; vade riski yüksek; çek zinciri kırılgan.

Bu yüzden KOBİ ve küçük esnaf için öncelik sıralaması değişiyor:

  • Hızlı büyüme yerine risk yönetimi
  • Yatırım iştahı yerine nakit akışı disiplini
  • “Yeni borç” yerine verimlilik ve maliyet kontrolü
  • Satış kanallarında profesyonelleşme ve pazar genişletme

Son söz: Bütçe bir “gelecek tasarımı”ysa, sokak da onun test alanıdır

Mecliste bütçe konuşuluyor. Ama bütçenin gerçek sınavı kürsüde değil; mutfaktadükkândafaturadamaaş günündeverilecek.

Bugün konuşulanların özeti şu cümlede toplanıyor:
Rakamlar anlatır; ama vatandaş “hisseder.”

2026 bütçesi eğer sadece “hedefler tablosu” olarak kalır, gelir dağılımı–kaynak dağılımı düzeltilmez, üretim–kredi kanalı sağlıklı çalışmaz, yönetilen fiyatlar ve vergi yükü makul bir düzene oturmazsa; o zaman konuşulan “istikrar” değil, sadece “alıştırma” olur.

Ve biz de asıl sözü, yine en doğru yerde söylemiş oluruz:
Market rafında. Elektrik faturasının alt satırında. Maaş gününde.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu