Nemrut’un Yüzüyle Yüzleşmek
Arkeoloji, Kur’an Kıssaları ve Unuttuğumuz Hafıza
TV5’te “Buluşma Noktası” programında Talha Uğurluel’i dinlerken, aslında sadece bir TV programı izlemiyorsunuz; yüzyıllar boyunca toprak altında kalmış hafızanın, Kur’an kıssalarıyla yeniden birleştiğine şahit oluyorsunuz.
Hz. İbrahim’in ateşe atılış kıssası, Urfa’daki balıklı göller, Harran ovası, Diyarbakır’ın köyleri, Harput kalesi… Hepsi bir anda soyut bir “din tarihi” olmaktan çıkıp somut taşlara, tabletlere, kabartmalara dönüşüyor.
Ve bütün hikâyenin merkezinde tek bir soru yükseliyor:
“Nemrut kimdi?”

Kur’an’ın Anlattığını Taşlar da Anlatıyor
Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’in putları kırmasını, kavmiyle hesaplaşmasını, Nemrut’la yaşadığı tevhid mücadelesini anlatır. Fakat Kur’an, hiçbir yerde “Nemrut” ismini kullanmaz. Bu isim, İslami kaynaklardan, tefsirlerden gelir. Mesela Kadı Beyzâvî, “Yeryüzünde ilk defa ‘ben tanrıyım’ diyen kişi Nemrut’tur” der.
Arkeolojiye kulak verdiğinizde ise karşınıza Akad Kralı Naramsin çıkar.
Tabletlere göre Naramsin, dedesi Sargon’un kurduğu Akad Devleti’ni dev bir imparatorluğa dönüştüren, şehirleri bir bir ele geçiren, zafer stellerinde kendisini tanrı gibi resmeden kraldır. Kayıtlarda şöyle denir:
“İlk kez ‘ben tanrıyım’ diyen kral Naramsin’dir.”
Bir tarafta tefsir kitapları “ilk tanrılık iddiası Nemrut’a aittir” derken, diğer tarafta arkeoloji “ilk tanrılık iddiası Naramsin’e aittir” diyor. İki ayrı kaynak, iki ayrı dil, aynı şahsiyette birleşiyor:
Nemrut = Naramsin iddiası artık salt bir yorum değil, ciddi bir ilmî tez hâline geliyor.

Basitki Heykeli: Nemrut’un Kendi Ağzından Savunması
1974’te Irak’ta, Habur sınır kapısına yakın Basitki köyünde yol çalışması yapılırken 17 santimetrelik küçük bir heykel bulunuyor. Belden yukarısı kırık, alt kaidesinde ise üç satırlık Akadça bir yazıt…
Bu heykel, Naramsin’e ait. Yani Nemrut’a.
Ve o üç satırda kral kendisini şöyle anlatıyor özetle:
“Şu şu şehirleri ele geçirdim. Halklar, tanrılarıyla konuştular ve ‘Naramsin de tanrı olsun’ dediler. Ben istemedim. Ben kim, tanrı olmak kim? Ama onlar istediği için tanrıyım.”
Tarihin en tanıdık cümlelerinden biridir bu:
“Ben istemedim, millet istedi.”
Firavunundan modern diktatörlerine kadar her zalimin ağzından çıkmış bir savunma kalıbı…
Bu küçük heykel, Bağdat Müzesi’nin en kıymetli eserlerinden biriyken 2003’teki yağmada kayboluyor; aylar sonra şehir dışındaki bir gecekondunun bahçesindeki kuyuya saklanmış hâlde, gres yağının içinde bulunuyor. Bugün yeniden müzede. Ve hâlâ aynı şeyi söylüyor:
Kibir, çağ değiştirse de cümlelerini değiştirmiyor.
Harput’un Tepesinde Unutulmuş Zafer Anıtı
2016’da Elazığ Harput’ta, Orman Bölge Müdürlüğü ağaç dikmek için bir tepeyi hazırlarken kepçe bir taşa takılıyor. Toprak açılıyor ve altından devasa bir rölyef çıkıyor:
Naramsin’in zafer anıtı.

Üzerinde bir kale, etrafında hendekler, balıklar, kaplumbağalar, kayıklar, savaş arabaları, sapanlı askerler, akbabalar ve başı gövdesinden ayrılmış insanlar…
Kaleye tırmanmaya çalışan, elleri arkadan tahtalarla bağlanmış esirler… Kapı üstünde saçını başını yolan kadınlar… Ve arada kanatlı, pençeli bir tanrıça figürü: İştar.
Naramsin bu taşta şunu ilan ediyor aslında:
“Yalnız ordum değil, tanrılar da benim yanımda savaştı.”

Sivri başlıklı, püsküllü tacı ise bir ayrıntı değil; o tacı o dönem sadece tanrılar takıyor. İlk defa bir kral, tanrılara ait olan başlığı kendi başına geçiriyor. Yani kıssa bize “tanrılık iddiası” derken, taş sanat tarihi diliyle “tanrısal başlık” diye konuşuyor. Kur’an’ın “psikoloji” diye anlattığı şeyi, Harput’un tepesindeki taş resim “ikonografi” diliyle tasdik ediyor.
Balıklı Göller, Atargatis Kültü ve Menkıbelerin İncelenmesi
Urfa’da Balıklıgöl’ü hepimiz biliriz. Halk arasında “Hz. İbrahim ateşe atılınca odunlar balığa dönüştü” menkıbesi anlatılır. Balıklara dokunulmaz; hatta ekmek atılır, dua edilir.
Talha Uğurluel, bu noktada ince bir ayrım yapıyor:
– Kur’an ayeti ayrı,
– arkeolojik veri ayrı,
– menkıbe ayrı.
Tabletlere baktığımızda, Akad döneminde Atargatis isimli bir balık tanrıça kültü karşımıza çıkıyor. Gövdesi balık, üstü kadın olan, balıklara hükmeden bir tanrıça. Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında “kutsal balık havuzları” bu kültle birlikte yayılıyor.
Bugün Urfa’da, Gaziantep’in köylerinde “kutsal balık” etrafında şekillenen bazı pratikler, belki de binlerce yıl önceki putperest kültlerin gölgesi.
Bu, insanın inanç eğiliminin ne kadar güçlü, ama aynı zamanda ne kadar savrulmaya açık olduğunu da gösteriyor. Hz. Musa’nın kavmi gibi: Mucize üzerine mucize görüp, kısa bir yalnızlıkta altın buzağıya dönebilen bir insan tipi…
Sivrisinek Bulutları ve Akad’ın Laneti
Nemrut’un sonu da ibretlik. Rivayetlere göre Hz. İbrahim ateşten kurtulunca, Nemrut halkını bastırmak için ordularına emir verir, Urfa’da büyük bir katliam hazırlığı yapılır. Tam bu sırada sular çekilir, bataklıklar oluşur, sivrisinek bulutları şehri sarar, insanlar evlerine kapanmak zorunda kalır.
Bu kısım yıllarca sadece bir “kıssa detayı” gibi anlatıldı. Ama kazılarda ortaya çıkan “Akad’ın Laneti” isimli şiir-tablet, o dönemin ekonomik ve sosyal çöküşünü satır satır tasvir ediyor:
– Ovalarda sadece diken ve ağıt bitkileri,
– iskelelerde, yollar üzerinde “haşereler, yılanlar, akrepler” yüzünden yürüyemeyen insanlar,
– üretimin durduğu, bir kuzunun karşılığında ancak yarım ölçek yağ alınabildiği bir sefalet tablosu…
Yani Kur’an kıssalarının çizdiği ahlaki/ilahi çerçeve ile, arkeolojinin anlattığı ekonomik-sosyal çöküş aynı noktada birleşiyor:
Zulüm düzeni, sonunda kendi kendini bitiriyor.
Harran’da Hz. İbrahim’in Evi ve Bugüne Düşen Görev
Harran’da, Hz. İbrahim’in evi olduğuna inanılan bir alan var. 1910 yılında İngiliz casus Gertrude Bell’in çektiği fotoğraflarda, o bölgede bir cami, sütunlar, mihrap net biçimde görülüyor. Bugün aynı noktaya baktığınızda ise karşınıza çöplük ve harabe çıkıyor.

Sevindiren taraf şu: Harran Belediyesi burada kazı ve ihya çalışması için düğmeye basmış durumda.
Eğer süreç tamamlanırsa, belki de birkaç yıl sonra Hz. İbrahim’in yaşadığı mekânda namaz kılmak, o coğrafyayı hem iman hem tarih bilinciyle yeniden okumak mümkün olacak.
Neden Bizde Arkeoloji Sevilmiyor?
Talha Uğurluel’in çok yerinde bir tespiti var:
“Bizim insanımız arkeolojiyi sevmiyor, çünkü sıkıcı anlatılıyor.”
Haklı.
Sen insanlara “tonoz, tromp, pandantif” diye başlayınca, kimse dinlemiyor. Ama “Bak bu taş Nemrut’un yüzü” dediğiniz anda, o taş bir anda canlanıyor. Nemrut’u herkes biliyor. Bilinenden bilinmeyene yürüyen bir anlatı, hem aklı hem kalbi yakalıyor.
Bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin deposunda Nemrut’un gerçek tasvirlerinden biri yatıyor. Diyarbakır’ın köyünde bulunmuş bir taş heykel… Elazığ Harput’ta Naramsin’in zafer anıtı, Elazığ Müzesi’nin girişinde ziyaretçiyi karşılıyor. Harran’da, Urfa’da, Diyarbakır’da, Harput’ta; Nemrut’un, Hz. İbrahim’in, eski peygamberler coğrafyasının izleri hemen yanı başımızda.
Sorun şu:
Biz bu taşları sadece “eski eser” diye bakıp geçiyoruz. Anlatılmadığı için bağ kuramıyoruz.

Bugünün Nemrutlarını Tanımak İçin…
Kur’an kıssaları bize sadece “eski hikâyeler” anlatmaz; bugünü okuyalım diye anlatır.
Nemrut’u, Firavun’u, Karun’u arkeoloji ve tarih ışığında tanımadan; bugünün finansal Nemrutlarını, teknolojik Firavunlarını, ekonomik Karunlarını tanımak da kolay değil.
Naramsin’in heykelinin altına kazınmış cümle, aslında çağları aşan bir uyarı gibi:
“Ben istemedim, siz istediniz; bu yüzden tanrıyım.”
Toplumların, güç sahiplerini nasıl ilahlaştırdığı, zulmün nasıl normalleştiği, kralların tanrılaştırıldığı her dönem, Khz. İbrahim gibi dimdik duran bir sesi bekliyor:
“Ben sadece seni ve beni yaratana secde ederim.”
Arkeoloji, tarih ve Kur’an kıssaları bir araya geldiğinde, mesele sadece “bilgi” olmaktan çıkıyor;
imanı derinleştiren, ufku genişleten, sorumluluk yükleyen bir hafızaya dönüşüyor.
Belki de artık şu soruyu kendimize sorma zamanı:
Nemrut’un heykeline, Harput’un zafer taşına, Harran’ın kazı alanına bakarken aslında kiminle yüzleşiyoruz?
Naramsin’le mi, yoksa içimizde büyüttüğümüz küçük Nemrutlarla mı?




